20080617

yüzüklerin efendisi kafası yaşamak

3 senedir her yaz tatilinde yaptığım gibi bu sene de kendimi bir mmorpg'nin kollarına attım. indirmesi 12 saat süren deneme sürümlerinden tutun, ayrıca 12 saat süren patchler yüzünden bilgisayarımı nadasa bıraktım, bir süre uyudum. yaptığım testlerden sonra bu seneki oyunun lord of the rings online olmasında karar kıldım. peki oyunda ne tür kafalar yaşandı? karakter yarattım. hem kitaplardaki isim setlerine uyabilmek hemde kısa bir isim olması için çok kastım, her isim kapılmıştı. sonuçta ortaya rif çıktı. mesleğini uzaktan ok atıp kavgaya girmemek için avcı seçtim. yukarıda karakterin hafif gelişimi ve oyunun en dangoz noktası olan şapkaları görüyoruz. her şapka mı kötü olur? oluyormuş... bir tanesinde şirinler, bir tanesinde çük kafalı japon askeri, bir diğerinde ise ayı yogi oldum. kavgaya, dövüşe katıldım. bu oyunların anlamsız yanlarından biri de güçlenmek için illa ki dağ başında tavşan kestirtmesi. halk aksiyon istiyor mantığıyla. kitapları okuyanlar bilir; özellikle höyükler ve yaşlı orman çok iyi tasarlanmış. öyle ki höyüklerde dolaşırken odama giren ve üç buçuk atmama sebebiyet veren ev halkını azarlamak zorunda kaldım. bildiğin korktum. fellowship oluşturup daldığımız savaşlarda arkadan ok atıp elimi kana bulamamanın tadını çıkardım. sonra arkadan kıstırılmanın ne demek olduğunu anlayıp ağıtlar yaktım. zor bir zindana yardımcı olacak bir eleman gelmişti. hasta hasta oynadım. baktım sohbete vurup yavaştan alıyorlar. 'abi ben gıda zehirlenmesi yaşıyorum plix beyler elimizi çabuk tutalım kusmadan' gibi harikulade bir cümle ile milleti galeyana getirmeye çalıştım; aldığım cevap ise 'awesome!' oldu. hemen sosyoloji defterimi çıkarıp amerikalıların günümüz sorunlarından birinin her şeye awesome demek olduğunu kaydettim. üstüne en can alıcı yerde elektrikler kesildi, yıkılmadım, bekledim, kazandım. param yoktu, ırgatlık yaptım. odun kestim, tarla ektim, ekin biçtim, balık tuttum. gittim auction house'ta sattım. piyasada çok pis fiyat kırdım, kısa vadede zengin oldum. ev alacağım at alacağım daha. atım kırmızı olsun. ayrıca elli birim soğan, elli birim lahana sattım ilk oyun. utanıyorum. baktım hayat yalnız başına çekilmiyor, gittim bir loncaya üye oldum. yaş ortalaması gayet iyiydi, liderimiz kırk küsür yaşında. genlde amerikalılar. 'kasırga geliyor bilgisayarı kapatmam lazım' falan diyorlar. ben gelir gelmez partiye çağırdılar, her cuma gecesi toplanıyorlarmış. onların gecesi bizim sabahımız tabi. "10pmt eastern time" diyorlar, "abi sizin gmt value'nüz kaç?" diyorum, ik bik bik diyorlar, ortaya sabahın beşi çıkıyor, irkiliyorum. ama gitmemezlik de etmiyorum. girişte pipo otuyla bira dağıtılıyor herkese. şarkılar çalınıyor, hikayeler anlatılıyor. şarkı işi nümerik klavyenin her tuşuna bir nota atanarak halledilmiş. kalın ve ince kombinasyonlarını da sayarsak 3 oktav oluyor sanırım. ama elle çalınabileceği gibi abc diye bir dosya türünde hazır şarkılarda çalınabiliyor. sonra gelsin orta dünyada depeche mode'lar. hikaye olayı da, girdiğim sunucu roleplaying ağırlıklıymış, millet elinden geldiğince orta dünyada yaşıyor ve yaşatıyor hissini vermeye gayret ediyor. hatta bazen "abi geçemiyorum bir el atsana" dediğiniz zaman "karakter kasmaya inanmıyorum" gibisinden cevap verenler oluyor. tabi ben bu 10 kişilik partiden sonra ertesi gün 40 kişilik bir festivale gideceğimi bilmiyordum. loncanın biri festival düzenliyor; hizmetçileri bile var, size içecek falan dağıtıyorlar. çok güldüm. online oyunda hizmetçi olmak. en yüce duygunun insanları. ayrıca sanatçılar da tutmuşlar; 'hobbiton philharmonic'. dört kişiden oluşan grup sahneye çıktı, bilindik şarkılar da çaldılar, jam de yaptılar. bizimkilere dedim "olm bunlar ne güzel çalıyor lan" diye. birisi "they are very famous!" dedi başkası "i am a total fangirl." sonra bu ikisini çalılıklarda yakınlaşırken yakaladım ki çok başka bir hikaye. başlığı "orta dünyada sap kalmak". ilk başta oyun dünyasını küçük sanmıştım, sonra anladım ki orta dünya kocaman, iki tane istanbul! sdfghjkl dere tepe git bitmiyor. şehir şehir gez bitmiyor. her şehirde ilk lokantaya girip "ımmh buranın yemekleri çok güzel" diyerek yaptığım televizyon programından bin yeteleleri götürdüm. yoldaki geyikleri kendime checkpoint belledim.

2 comments:

Jack said...

oh oh, resimli hikaye kitapları gibi olmuş. sürüklendim okurken. ayrıca bende hazırlicam boyle bi seri, çok kıskandım.

Unknown said...

ahah bekliyorum :D